«

Suskunlar

Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan, bu Yegâh nağmenin güzel olduğunu gördü. Anar’da, romanın, kişilerin, mekânların ve olayların yaratıcısı olarak ‘Yegâh’ bölümüyle başlamış hikâyesini anlatmaya…

Aslında hikâyelerini demeliydim; çok zengin, mizah yüklü ve şaşırtıcı bir hayal gücünden fışkıran hikâyeler. Belli bir zamana ve mekana yaslanmasıyla tarihi, barındırdığı metafizik ve mistik öğelerle fantastik, fail-i meçhul cinayetleriyle polisiye türe göndermeler yapan bu hikâyelerle kimi zaman İstanbul’un yoksul mahallelerine, kimi zaman paşa konaklarına misafir oluyoruz. Mevlevihanelerinden saz meclislerine, ürkütücü zindanlardan çetelerin barındığı karanlık hanlara, köle pazarlarından Galata borsasına kadar uzanan mekânlarıyla geniş bir İstanbul panoraması çizen Suskunlar’da büyük tarihin sessizliğe mahkûm ettiği insanlarının sesleri çınlıyor. Hızır Paşa’nın dokuz katlı mehter takımında kös tokmaklayan Kalın Musa’nın; armudî kemençesiyle can alan kırk dokuz yaşındaki mahdumu Veysel’in; Beyazıt’ta, tamburîlerden neyzenlere, kanûnîlerden kudümzenlere kadar bir alay musikî meraklısının gelip meşk ettiği bir çalgılı kahvehane işleten, Kalın Musa’nın öz kardeşi Muhayyer Hüseyin’in; hayaletiyle dehşet salan kanûnî Âsım’ın; Musa’nın torunları Davud ve Eflatun’un; oniki parmaklı cüce Pereveli İskender Efendi’nin; Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri ve oğlu Zahir’in; Mevlevi Şeyhi Neyzen İbrahim Dede’nin; insanoğlunun kadim düşmanı Tağut’un sesleri biraz daha yüksek perdeli. Daha az sahne alsalar bile, Davud’u, Asım’ı ve Pereveli İskender Efendi’yi aşkıyla tutuşturan güzeller güzeli Nevâ’nın, geleceğin olduğu kadar geçmişin bilgisine de vâkıf, zehir gibi tarihçi Yedikule Kâhini’nin, göklerdeki büyük hakikati gördükleri için gözleri kör olan Kahire Kâhini Bilâl, Urfa Kâhini Heybet, Basra Kâhini Abbas, Hicâz Kâhini Mesût, Trablus Kâhini Zeynel, Kazan Kâhini Selahaddin ve Bağdat Kâhini Munkasım’ın, tabâbet yeteneğinden ziyade ‘naaşlarıyla’ yâd edilen vücudu su yüzü görmemiş tabip Rafael’in, Süleymaniye Câmii’nin altındaki ârâstanın ön cephesine bakan kahvehanede, takım taklavatıyla müşteri bekleyen hayâlet avcısının, Zincirli Han’ı mesken tutan ‘Dokuzlar’ çetesinin her bir fedaisinin, Kostantiniye’deki musikî üstadlarından Gülâbî, Meymenet, Âmin, Kirkor ve Bağdasar’ın, Zincirli Han’ın katili Kabil ve aynı zamanda yeğenleri de olan iki yamağının ve saymayı unuttuğum diğerlerinin sesleri de ahenkli. Sonuçta bütün bu sesleri Konstantiniye ahalisinden mürekkep tuhaf bir koro eşliğinde, kendine özgü bir makamla besteleyip sözcüklerle icra etmiş Anar. ‘Hayat veren nefes’

Bu kadar çok kişi, mekân ve yan hikâye barındıran bir romanı özetlemeye çalışmak beyhude, ama yine de çok çok kısaltılmış bir özet verelim; Bâtın Efendi ve oğlunun Kostantiniye’ye gelmesi, Kostantiniye’deki musikîde en derin, en bilge ve en usta olan yedi kişiden altısının eleneceği, ve seçilenin kulağına Bâtın Efendini, kendi neyinden en mukaddes nağmeyi üfleyeceği, yani ‘hayat veren nefesi’ dinleteceği duyulması, yukarıda adı geçen roman kişilerinin hayatlarını etkileyecek, kaderler kesişecek, türlü kötülükler ve cinayetler işlenecek ve iyilerle kötüler arasında büyük bir kavga başlayacaktır..

Suskunlar, diliyle, üslubuyla, anlatma şehvetiyle, fantastik öğeleri, kişi, mekân ve hikâye zenginliğiyle Binbir Gece Masalları’nı hatırlatıyor. Ancak anlatmanın büyüsüne teslim olup söylemek istediklerini unutmamış Anar; bütün bu parçaları, romanın ana motifi her hikâyede, her kişide, her olayda ortaya çıkacak şekilde birbirine bağlamış. Zaman zaman hikâyeyle doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen kişiler, sanki nedensizce ortaya çıkıyor ve geriye hiçbir ipucu olmaksızın ortadan kayboluyorlar. Roman yine de dağılmıyor. Bu sayede hayatın kendine özgü, düzensiz, o dakika yaşanmakta olanla alakasız anlarını yakalıyoruz. Yakalıyoruz, çünkü “gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen aylardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur.”

İhsan Oktay’ın bütün romanlarında görülen insan, eşya ve hikâye çeşitliliği zirvesine Amat’ta ulaşmıştı. Bir kalyon maketine benzetmiştim Amat’ı; hani o en kocaman kutulardan çıkan en karışık, en küçük ayrıntısına kadar neredeyse gerçeğinin bire bir taklidi olan maketlere… Böyle bir maketi tamamlamak hem sanatkarlık hem zanaatkârlık isteyen, hem ustalık hem hamallık gerektiren bir işti. Sanatkârlık, zanaatkârlık, ustalık ve hamallıkta daha da ileri giden Suskunlar’sa diliyle musikiye, tasvirleriyle minyatür sanatına uzanıyor. Anar, kulağına gelen her sesi büyük bir titizlikle görselleştirmiş. Sadık okuyucuları bir yana, hiçbir edebiyatseverin kayıtsız kalmayacağı bir dille yapıyor bunu. Eskidiği varsayılan kelimler, ifadeler, deyimler ve deyişler Anar’ın kaleminden yeniden hayat bulmuş. Farklı bir düşünce ve duygu sistemini açığa çıkaran, alışılagelmiş olandan küçük sapmalar ve anlam kaymaları, böylelikle ortay çıkan mizah, dış dünyayı olduğu kadar iç yaşantıları da ortaya koyan diyaloglar, varlıkların durumlarını gösteren -zamana ve mekâna uygun- sıfatlar, anlam zenginliği katan pekiştirmeler, vurguyu artıran ikilemeler, kısacası duygu ve düşünceyi iletmeye yarayan bütün dil araçları kusursuzca kullanılmış.

Amat’ta da benzer bir dil vardı, ancak gemicilik terminolojisinin ağır basması, dili biraz ağırlaştırmıştı. Suskunlar’da böyle bir sorun yok. Bilmediğiniz kelimelerin bile bir anlam kazandığını göreceksiniz. Tam bu noktada bir alıntı yapmak gerekiyor. Özellikle Eflatun’un bir sesin çağrısına uyup Sofuayyaş mahallesinden Galata Mevlevihanesine yaptığı o uzun Ulyssesvari yolculuktan;

“Gelgel Çıkmazı’nın köşesindeki Tiryaki İlyas Dede Hazretleri’nin türbesini geride bırakan Eflâtun, Tekir Kasap’ı da geçince Bodrum Câmii’nin yukarısındaki, tâ fetih öncesi devirlerde Rûm sultanlarınca yaptırılmış, ama şimdi subaşından kaçan berdûş ve âvârelerin barınak bildikleri, incir, köknar ve servi ağaçlarının gölgesindeki saray vîrânesine vardı. İşte burası, genişçe ve nispeten temiz tutulmuş kalabalık bir yolun köşesindeydi. Bu yol ise, sefer ilân eden Padişâh Efendimiz ve hizmetkârlarından, başlarında yatırtmalı börkleri ve sırtlarında kırmızı çuhadan kaputlarıyla yeniçeri zâbitlerinden, vezirlerden ve paşalardan ibâret Alay-ı Hûmâyûn’un, yeni ülkeler fethetmek amacıyla geçit resmi yapıp yola çıktığı Dîvân Yolu idi.”

“(…) Eflâtun yerinden doğrularak, sesin geldiğini sandığı Darphane tarafına seğirtti. Her gün binlerce altun sikkeye Padişâh Efendimiz’in tuğrâsının darp edilip piyasaya sürüldüğü bu büyük bina, Tatlıcı Bekir Ağa’nın dükkânını geçtikten sonra sağ tarafta, Mercan Ağa ile Yakup Bey’in evlerinin bitişiğindeydi. Herhangi bir hırsızlığa mahal vermemek için hemen hepsi helâl süt emmiş, namus ehli zevât arasından seçilen vezneci, sarraf, cilâcı, sikkeci ve haddecilerin çalıştığı Darphane’nin, kendi câmisi, imamı, müezzini ve bir de maaşlı cellâdı vardı. Ama çiğ süt emmiş insanoğluna yine de pek güven olmadığından, burada çalışan sikke vurucular, sabah geldiklerinde ve akşam giderken anadan üryân edilip muhafızlarca aranırlardı. Bu iş için pek çok usûl vardı. Meselâ bunlardan biri, vücutlarındaki uygun bir yere bir altun sikke sokuşturmuş olabilecekleri şüphesiyle bu insanların, bir muhafız tarafından, sol elin tahâret parmağıyla muayene edilmesiydi. Bu iş için elinde fermân ve yetki bulunan Darphane Emini’nce en küçük hırsızlık bile hoş karşılanmaz, suç işleyen şahıs şerîate uygun olarak derhal cezâlandırılırdı. Zaten gören ibret alsın diye Darphane’nin kapısına, çoğu artık kurumuş tam yirmibir kesik el çivilenmişti.”

Görüldüğü gibi, büyük bir ciddiyetle kaleme alınan ifadeler aynı zamanda yoğun bir mizah da barındırıyorlar. Böylelikle yanılsamanın gerçekliğine bir şerh düşüyor yazar; metin kurmacalığını itiraf ederken, sanat yapıtını o yüce şaka konumuna geri döndürüyor. Zaman zaman anlatının akışına kapılsanız bile, size kurmaca bir dünyada olduğunuzu hatırlatan -gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve uslubunu taklid ederek yeni hayaller kuran- yazarın ironik diliyle kendinize geleceksiniz. Bu andan sonra ne tarihi roman diyebilirsiniz Suskunlar’a ne de fantastik edebiyata havale edebilirsiniz romanı. O kendi kurallarını kendisi koyan bir roman. İçeriğin ta kendisi.

İhsan Oktay’ın romanlarındaki dili ve üslubu ağır, yoğun ve gösteriş heveslisi bulanlar olabilir. Ben bu biçimin içeriğin ta kendisi olduğunu ve yazarın muhalefetinin tam da bu biçimde vücut bulduğunu düşünüyorum. Kelime ve cümlelerin klişeleştiği, sözcük dağarcığının fukaralaştığı, düşüncenin yazıdan dışlandığı, herkesin hazır fikirleri sahiplendiği bir dünyada dilsel yoğunluğu tercih etmenin kendisi bir uyuşmazlık tavrıdır. Jameson’dan bir alıntıyla sürdüreceğim; “Üslup, aynı şeyi söylemek gücünü sürdürebilmek için her gün daha karmaşık mekanizmalar geliştiren Kızıl Kraliçeye benzer; geç kapitalizmin ticaret evrenindeyse, ciddi yazar, okuyucunun somut hakkındaki uyuşmuş duygusunu, dilsel sarsmalar yoluyla, fazla tanış olunmuş şeyleri yeniden kurarak ya da tek başına bir tür kesik kesik adlandırılmamış yoğunluğu barındıran fizyolojik şeylerin daha derin tabakalarına çağırarak yeniden uyandırmak zorundadır.”

Üstelik sadece kendi güzelliğiyle böbürlenen bir dil değil Suskunlar’daki. Anar’ın bütün yapıtlarında rastlanan felsefi tartışmalar kişilere, kişi adlarına, hikâyeciklere, kısacası metnin tamamına yedirilmiş. Yaratma tutkusundan hakikat arayışına, iyilik kötülük karşıtlığından insani zaaflara, görmeyen kulaklardan duymayan gözlere, işitmeyen kalplere, akıl ve zihin arasındaki karmaşık ilişkilere dair pek çok şey çıkarabilirsiniz. Ya da bütün bunlarla ilgilenmeyip keyifli bir okuma anına teslim edersiniz kendinizi. Kaçınılması gereken ‘Suskun’ları kategorize etmeye çalışmak, tek bir anlamla sınırlandırmaktır.

Puslu Kıtalar Atlası ilk ve en başarılı romanıydı. Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyabın Hikâyeleri onun gölgesinde kaldılar. Amat’la -Puslu Kıtalar Atlası’nı aşamasa da- yeniden bir çıkış yakaladı Anar. Ne yazık ki birçok -hem de önemli- yerine değinme fırsatı bulamadığım Suskunlar’sa tam bir ustalık dönemi eseri. Belki de İhsan Oktay külliyatının en iyisi.

 

ISBN : 975-0505-38-6
Sayfa Sayısı : 269
Basım Yeri : İstanbul
Basım Tarihi : Ekim 2007
Yayınevi : İletişim Yayınları

Suskunlar


İhsan Oktay Anar

1960 doğumlu. Felsefe bölümünü bitirdi.Öğretim üyeliği yaptı. 2011 yılında emekli oldu. Yayımlanmış kitapları: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1998), Amat (2005),  Suskunlar (2007),  Yedinci Gün (2012). 2009 yılında, Can Yayınları kurucusu yazar Erdal Öz’ün anısını yaşatmak amacıyla ailesi ve yayınevi tarafından verilen Erdal Öz Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

 

Bu yazı toplam 2058 defa görüntülendi.
Entropi Logo